27 Kasım 2012

Kestane Kokusu

         Kışın gelişini sokakları kaplayan kestane kokusundan anlarım. Seyyar satıcının tekerlekli arabasının üzerinden kahverengi tüten buharlar gördüm mü, içimi uzun kış gecelerinin battaniye altı sıcaklığı kaplar. Huzurun kokusu gibidir kestane kokusu.
         Çocukken Ankara'nın kışın daha da gri olan akşamlarında babam pazardan elinde kocaman kestanelerle gelirdi. Yemekten önce onları tek tek kesip suyun içine atışını izlerdim. Bir yandan bıçağın nasıl doğru tutulması gerektiğini, kestanelerin büyük ve pahalı olanlarının daha güzel olduğunu anlatır, diğer yandan kestiği kestanelerden bazılarını bana verir, suya atmamı isterdi. Uçlarından hafifçe çıkmış saçaklarıyla kestaneler suyun içinde daha da bir büyük görünürlerdi bana. Heyecanla onların pişecekleri anı beklerdim.
        Yemekten sonra mutfaktan cazır cazır sesileri gelmeye başlardı. Ama ilk önce kokusu. Kokuyu duyar duymaz ayaklarım beni mutfağa götürürdü. Kestanelerin pişmesini izlerdim kokusunu içime çeke çeke. Mutfağı ince bir duman kaplardı. Babam elinde maşayla bir kestane profesörü kesilirdi ocağın başında. Piştiğine karar verince içlerinden bir tanesini alır, parmaklarını yaka yaka açar, kestanenin çizilen kısmı hafif yanmış beyaz etini bana uzatırdı üfleyerek. “Bak bakalım olmuş mu?” Çoğunlukla ilk seferde anlayamazdım pişip pişmediğini nedense. Güler, kestaneden bir parça daha verirdi. “Olmuş” derdim neşeyle. Bunun üzerine babam teker teker tabaklara koyardı kestaneleri, herkese eşit sayıda. Sonra tabakları oturma odasına benim taşımama izin verirdi. Ardından “çok sıcak, çok sıcak!” oyunumuz başlardı. Annem babam bir yandan çok sıcak deyip parmaklarımızı yakmamıza engel olmaya çalışırlardı, bir yandan ağabeyim iki avucu içinde kestaneyi döndürüp dururdu. Çoğunlukla kestaneleri açmayı beceremezdim ya da kabukları üzerinde kalırdı da ayıklayamazdım. Tabağı götürüp anneme verirdim, o ayıklardı benim için. Bazıları bozuk çıkardı. O zaman içimi hayret verici bir ağlama isteği kaplardı. Neyse ki babam yetişirdi imdadıma. Kendi kestanelerinden birini verirdi. Kestanelerin tadının bir önemi yoktu, sadece varlığı, evi kaplayan kokusu bile kış gecelerinin huzurlu olmasına yeterdi. Parmaklarımda yangın, avuç içlerimde sıcaklığı, burnumda kokusu. Soğuyana kadar geçen kısacık zaman içinde öğrendim huzurun anlarda olduğunu...
         Çok uzun zaman geçti üzerinden şimdi kestane kokulu kışların, çocukluğumun. Artık evimde kestane pişmiyor çünkü bilmiyorum nasıl kestane seçildiğini, nasıl pişirildiğini, nasıl öyle güzel ayıklanabildiğini. Artık kestane pişmiyor çünkü babam pişirmiyor. Uzun kış gecelerinin kestane kokulu huzuru varlığını ancak hüzünlü ama keyifli anılarda sürdürebiliyor.