Kışın gelişini
sokakları kaplayan kestane kokusundan anlarım. Seyyar satıcının
tekerlekli arabasının üzerinden kahverengi tüten buharlar gördüm
mü, içimi uzun kış gecelerinin battaniye altı sıcaklığı
kaplar. Huzurun kokusu gibidir kestane kokusu.
Çocukken
Ankara'nın kışın daha da gri olan akşamlarında babam pazardan
elinde kocaman kestanelerle gelirdi. Yemekten önce onları tek tek
kesip suyun içine atışını izlerdim. Bir yandan bıçağın nasıl
doğru tutulması gerektiğini, kestanelerin büyük ve pahalı
olanlarının daha güzel olduğunu anlatır, diğer yandan kestiği
kestanelerden bazılarını bana verir, suya atmamı isterdi.
Uçlarından hafifçe çıkmış saçaklarıyla kestaneler suyun
içinde daha da bir büyük görünürlerdi bana. Heyecanla onların
pişecekleri anı beklerdim.
Yemekten sonra
mutfaktan cazır cazır sesileri gelmeye başlardı. Ama ilk önce
kokusu. Kokuyu duyar duymaz ayaklarım beni mutfağa götürürdü.
Kestanelerin pişmesini izlerdim kokusunu içime çeke çeke. Mutfağı
ince bir duman kaplardı. Babam elinde maşayla bir kestane profesörü
kesilirdi ocağın başında. Piştiğine karar verince içlerinden
bir tanesini alır, parmaklarını yaka yaka açar, kestanenin
çizilen kısmı hafif yanmış beyaz etini bana uzatırdı
üfleyerek. “Bak bakalım olmuş mu?” Çoğunlukla ilk seferde
anlayamazdım pişip pişmediğini nedense. Güler, kestaneden bir
parça daha verirdi. “Olmuş” derdim neşeyle. Bunun üzerine
babam teker teker tabaklara koyardı kestaneleri, herkese eşit
sayıda. Sonra tabakları oturma odasına benim taşımama izin
verirdi. Ardından “çok sıcak, çok sıcak!” oyunumuz başlardı.
Annem babam bir yandan çok sıcak deyip parmaklarımızı yakmamıza
engel olmaya çalışırlardı, bir yandan ağabeyim iki avucu içinde
kestaneyi döndürüp dururdu. Çoğunlukla kestaneleri açmayı
beceremezdim ya da kabukları üzerinde kalırdı da ayıklayamazdım.
Tabağı götürüp anneme verirdim, o ayıklardı benim için.
Bazıları bozuk çıkardı. O zaman içimi hayret verici bir ağlama
isteği kaplardı. Neyse ki babam yetişirdi imdadıma. Kendi
kestanelerinden birini verirdi. Kestanelerin tadının bir önemi
yoktu, sadece varlığı, evi kaplayan kokusu bile kış gecelerinin
huzurlu olmasına yeterdi. Parmaklarımda yangın, avuç içlerimde
sıcaklığı, burnumda kokusu. Soğuyana kadar geçen kısacık
zaman içinde öğrendim huzurun anlarda olduğunu...
Çok uzun zaman
geçti üzerinden şimdi kestane kokulu kışların, çocukluğumun.
Artık evimde kestane pişmiyor çünkü bilmiyorum nasıl kestane
seçildiğini, nasıl pişirildiğini, nasıl öyle güzel
ayıklanabildiğini. Artık kestane pişmiyor çünkü babam
pişirmiyor. Uzun kış gecelerinin kestane kokulu huzuru varlığını
ancak hüzünlü ama keyifli anılarda sürdürebiliyor.