Bu anlatılabilir
bir şey değil, yalnızca yazılabilir bir şey…Geçmişe makas atarız. Çıkarırız
hayatımızdan her şeyi. Acı tatlı dinlemeyiz bazen, acı kefesi ağır basar
terazinin, sileriz. En azından deneriz yok etmeyi. Geçmişini taşıyan şimdisine
ulaşamaz çünkü.
Oysa
bizler, bir bütünün birbiriyle durmaksızın etkileşen parçaları, bambaşka
cümleler taşırız birbirimize ait. Ve hatta bazılarını kendimizin kelimeleri
sanırız da cümle içinde kullanırken ortaya çıkar aslında onun bize ait
olmadığı.
Bir
an gelir biri söyler: “Az önce gökyüzüne, Büyük Ayı’ya baktım.” Ve birden bütün
ipleri çözülüverir geçmişin. O artık şu ana aittir ve bu cümleler gerçekten
senindir. Daha doğrusu senin başkalarında bıraktığın izlerin su yüzüne
çıkmasıdır. Hiç beklenmedik bir anda kendine söylediklerini birileri sana
tekrar eder…Onlar geçmişin sesleridir, aslında kesiştiğiniz yolda onlarda
senden kalan iz.
Binlerce,
on binlerce izle yaşarız hayatı. Bizi birbirimize bağlayan şeydir o iz. Anı ya
da geçmiş dediğimiz yalnızca budur, birbirimizden edinip taşıdıklarımız. Sonra
bir gün, bir yerde, her şey arka arkaya devrilirken, evine konuk olur ve
yüzünde tatlı bir tebessümle karşına geçer. Anlarsın ki o Büyük Ayı, yalnızca
senin değildir. O artık “biz” dediğin bütünün değişmez bir parçasıdır.
Hepimiz
bu kadar bağlıyken birbirimize, hepimiz aynı izleri taşırken, bu kadar yaralı
kalmayı denemek neden?