26 Ağustos 2012

İz


Bu anlatılabilir bir şey değil, yalnızca yazılabilir bir şey…Geçmişe makas atarız. Çıkarırız hayatımızdan her şeyi. Acı tatlı dinlemeyiz bazen, acı kefesi ağır basar terazinin, sileriz. En azından deneriz yok etmeyi. Geçmişini taşıyan şimdisine ulaşamaz çünkü.
            Oysa bizler, bir bütünün birbiriyle durmaksızın etkileşen parçaları, bambaşka cümleler taşırız birbirimize ait. Ve hatta bazılarını kendimizin kelimeleri sanırız da cümle içinde kullanırken ortaya çıkar aslında onun bize ait olmadığı.
            Bir an gelir biri söyler: “Az önce gökyüzüne, Büyük Ayı’ya baktım.” Ve birden bütün ipleri çözülüverir geçmişin. O artık şu ana aittir ve bu cümleler gerçekten senindir. Daha doğrusu senin başkalarında bıraktığın izlerin su yüzüne çıkmasıdır. Hiç beklenmedik bir anda kendine söylediklerini birileri sana tekrar eder…Onlar geçmişin sesleridir, aslında kesiştiğiniz yolda onlarda senden kalan iz.
            Binlerce, on binlerce izle yaşarız hayatı. Bizi birbirimize bağlayan şeydir o iz. Anı ya da geçmiş dediğimiz yalnızca budur, birbirimizden edinip taşıdıklarımız. Sonra bir gün, bir yerde, her şey arka arkaya devrilirken, evine konuk olur ve yüzünde tatlı bir tebessümle karşına geçer. Anlarsın ki o Büyük Ayı, yalnızca senin değildir. O artık “biz” dediğin bütünün değişmez bir parçasıdır.
            Hepimiz bu kadar bağlıyken birbirimize, hepimiz aynı izleri taşırken, bu kadar yaralı kalmayı denemek neden?

14 Ağustos 2012

Dizi Fantezileri


            “Türk aile yapısına aykırı ve gençlerin gelişimini olumsuz etkileyici” yazılar yazmaktan insanlar men edilmelidir. Bilinçaltlarında yatan –ki doğrusu bilinç dışıdır, bilincin altı üstü yoktur- sapkınlıklarını, düşlerini diğer insanlarla paylaşan bu zatlar, toplumumuzda asla (!) gerçekleşmeyen olayları varmış gibi göstererek insanları suça teşvik etmektedirler. Bu yapımlar yüzünden tertemiz olan zihinlerimiz yalnızca bir noktaya saplanıp kalmakta, bizi tahrik etmektedir. İnsanların var olan ahlaksızlıkları gösterme çabası içinde olan bu yazarlar derhal engellenmeli, acı dolu olaylar eskisi gibi bastırılmalı, yok sayılmalı ve sağlıksız, konuşamayan, acısını haykıramayan kuşaklar yetiştirilmesi suretiyle baskı ve korkunun egemenliği sürdürülmelidir…
            Varılacak başka sonuç yok. İnsanlar uyutulmaya çalışılıyor. Hamile hayvanların karnından yarı insan yarı hayvan bir yaratık çıktığında “Bak sen şu Allah’ın işine” diyoruz. Allah’ın işi mi yoksa insan işi mi sorgulamak ayıp, günah. Ensest ilişkiye zorlanan kızlar, oğlanlar. Saçı görünen kadından tahrik olan, dar pantolon giyen kadına baktı diye erekte olan erkekler. 14 yaşında kızla birlikte olabilmek için kızın annesini satın alan 70 yaşında adamlar. Sokak ortasında, tek suçu yürümek olan genç kızlara, kadınlara, annelere, eşlere laf atan müsveddeler. 2 aylık bebeğe bile tecavüz edebilen zavallılar. Bunlar bizim ülkemizde yok elbette. Olmayan şeyleri bir yerlerinden uydurup yazıyor insanlar. Böylece bizim el değmemiş zihinlerimizde bir parıltı oluşuyor acaba nasıl olur diye. Bizi suça teşvik ediyor bu yazarlar canım! Halbuki ortalık güllük gülistanlık. O yüzden daha ergen bile olamadan evlendiriliyor kızlar hâlâ. Aman Allah muhafaza, memeleri çıkınca ahlaksız kadın oluverir ya da erkekleri baştan çıkartır. Dişi köpek kuyruk sallamayınca erkek köpek peşinden niye gitsin?  
            Evet, dişi köpek kuyruk sallamayınca erkek köpek peşinden gitmez. Bu cümle olsa olsa erkeklerin çiftleşme fantezilerinin bir ürünüdür. Bu zihniyete sahip kişilerin yaptığı fiiller sevişme kategorisine bile giremez. Sevişme kelimesinin içinde sevme eylemi var bir kere. Onu bilmeyen adam iki kişi olarak sevebilmeyi nasıl anlasın? O sadece örtmeye çalışsın kafamızın içini. Onu örtemediğini görünce de “Bari dışını örteyim” diyerek kapatmaya çalışsın beynin ışıklarını. Ne keratinmiş bizdeki yahu dağ gibi adamları oldukları yerden sarsacak kadar. Cinsel ihtiyaçlarını giderebilmek için imam nikahı kıydırıp Allah’ı kandırmaya çalışanlar mı istersiniz, kızlık zarını diktirenleri mi? Hepsi o yazar bozuntuları yüzünden. Asla böyle şeyler olmaz benim memleketimde. Melatonin yani büyüme hormonu 23:00-05:00 saatleri arasında salgılanır. Aman biz çocuklarımızı 21:30'da yataklarına gönderelim ki daha çok uyusunlar, daha az düşünsünler. Erken uyumanın büyümek için gerekli olduğunu söyleyelim ama hormonun salgılanma saati 23:00 olsun. Ne de olsa bu onların iyilikleri için. 21:30'dan sonra da çocuklar asla görmesin annelerine tecavüz eden babalarını bu sayede. Uyusunlar yeter ki, büyüsünler böyle bir toplumun, böyle bir anlayışın içinde, susarak. Her erkeğin bilgisayarında, dolabında porno filmler olsun ve sevişmeyi gördüklerini zorla uygulama olarak anlasınlar. Nasıl olsa kadınlara orgazm yasak. Zevk almak yalnızca erkeklere özgü olmalı. Ama siz tecavüze uğrayan bir kadını yazarsanız haksızlık etmiş olursunuz çünkü zaten olması gereken bu. Gençleri aksinin olabileceğine dair uyandırırsanız, yatırmazsanız 21:30'da, neler neler gelir başımıza.
            Ben bu insan görünümüne bürünmüş, ezilmişliklerini başlarına taç yapmış zatlara akıl, fikir ve vicdan diliyorum.

Geçmişin Hayaletleri


Geçmişin hayaletleri. Gözlerinizin takılıp kaldığı bir noktadan çevrenizi sarıveriyor. Ya da en alakasız zamanda birden beliriveriyor başınızın üzerinde. Omzunuzun üzerinden kafasını uzatıyor ve kendisini hatırlatıyor, hep orada olduğunu. Beyninizin içinde bir fırtına kopmaya başlıyor o vakit. Elleriniz titremeye başlıyor. Anlık çakmalarla size yaşatıyor yeniden, yeniden, yeniden kendisini. Telaşla gözlerinizi kaçırıyorsunuz, baktığınız yere zıplayıvermiş. Susuyorsunuz. Daha doğrusu konuşmaya başlıyorsunuz onunla. Sizi rahat bırakmasını söylüyorsunuz, gitmesi için rica ediyorsunuz, yalancı kahkahalarla mutlu olduğunuzu gösterip temelli kaçırabileceğinizi sanıyorsunuz. Ama orada, hiçbir yere gitmiyor. Çaresiz, onunla baş etmeye çalışmak zorunda kalıyorsunuz, kalabalığın ortasında, kitap okurken, yemek yerken, uyur uykuda aniden uyandırılmışken…
Ve işte o takılıp gitme anı. Yüzleşmek için meydan okuyorsunuz, “Haydi gel, ne duruyorsun, gelsene! Bak buradayım işte! Burada duruyorum, tam karşında!” Oysa o çoktan içinizde oluyor, gövdesiz, başsız, hissiz, mantıksız. Sonrası bir hayaletler diyarında aşağı düşüş. Belki yukarı püskürtülme. Top gibi oradan oraya, bir hayaletin kucağından bir başkasının kucağına anlık sıçrayışlar. Geçmişin sokaklarında amansız bir kayboluş. Bir zinciri çekmeye başlamak gibi. Sesiyle, rüzgarıyla, soğuk metal hissiyle ve birbirine bağlanan halkalarıyla. Her çekişinizde onlarca insan, yüzlerce bakış, binlerce damla, milyonlarca cümle çekiyorsunuz kendinize bu hayalet denizinden. Hepsi yakanıza bir karanfil iliştiriyor, bir iğne batırıyor teninize, bir rüzgar, bir koku, bir his bırakıyor kendisinden. Hızla akıp giden görüntüleri izlerken zaman kavramınızı kaybediyorsunuz. Nerede olduğunuz meçhul, gittiğiniz yer karanlık. Tek görebildiğiniz onlar. Tek istediğiniz bir an evvel bitmesi ve dönebilmek şu ana…
Birden renkler yerlerine geri geliyor. Soru dolu bakışlar sizin nerede olduğunuzu öğrenmek istiyor. Sabitsiniz, aynı yerdesiniz, ne bir adım ileride ne bir adım geride. Bu yorucu yolculuktan geriye kalan hiçbir şey yok kaybettikleriniz dışında. Zaman, eğlence, paylaşım, siz...Oraya sık sık gidip geri geldiğinde eskisinden daha sağlıklı olan yoktur. Ruhunuza bir ağırlık çökmüştür, içiniz sıkılmıştır, kesin başınız ağrımaya başlayacaktır. Ve bilirsiniz ki bu ne ilk ne de son olacaktır. Siz nereye giderseniz gidin, ne yaparsanız yapın, beyninizde kaldığı için sizi rahatsız eden her şey, geçmişin hayaleti olup karşınıza çıkacaktır.

Bilinçdışı


            Asıl soru işaretlerinin kaynağı belki de budur. O puslu camın ardından bakarken dünyanın bunun üzerine kurulu olduğunu söyleme anlarının vardığı nokta. Bir üşüme gelir insana. Bir bilmek ve kabul ediş. Çünkü yıllardır aynı deney gerçekleştirilmiştir üzerinde. Bilincine farkında olmadan sokulmuştur seks ve her şeyi yalnız ve yalnız o biçimde anlarsın. Asıl olan ve her şeyin ortasında bulunan sorun budur. Kadını kadın erkeği erkek olmaya zorlayan, insan olabilme özelliğini silen, ortadan kaldıran. Bilinç dışımıza işlenmiş oyunlar. O yüzden şehir ışıklarının dalgalarında bile yalnız aynı gerçeği görürsün. Hayat bunun üzerine kuruludur. Çünkü asla doyurulamaz, asla reddedilemez. En kötü ihtimalle rüyalarında karşılaşırsın. Ve öyle bir ağ olarak yayılmışlardır ki içine, onları oradan çekip çıkarmak neredeyse imkansızdır. Görmemen olanaksız. Temel amaç fark etmemen. Bilinç dışı fark ediyor ya yeter, bilincinin fark etmesine gerek yok. Zaten seni o bilmediklerin yönlendiriyor. İhtiyaçlar, açlık duyma, toplumla baskılama ama asla baskılayamama, ihanet, teşvik, şehvet, arzu…
            Seni insan olmaktan çıkarıp bir nesneye, bir et parçasına dönüştürüyorlar. Kadın ya da erkek fark etmez. Bir dürtüyü, bir isteği canlandırıyor olsan yeter. Peki bundan kurtuluş ne? Var mıdır acaba bir yolu? Beynin içindeki kapıların şiddetle açılıp kapanması bu. Bu akıntıya karşı kürek çekme hissi değil. Bu özel olarak hazırlanmış bir kumpasın içinden çıkma çabası. En acısı bunun insanlar tarafından hazırlanıyor olması. Yani aslında öteki bir dünya var. Sadece yaşanmasına izin yok. Bu her şeyi allak bullak edebilir. Yani insanın insan olduğu bir dünya var mı? Bu dünyada değil elbette. Ama var olabilir. Bir ihtimal. Bizler sadece empozeler kuşağıyız. Beyni üzerinde çeşitli deneyler yapılanlar. Algılaması kolay ama kabullenmesi zor. Evrenin üzerine kurulu olduğu şeyin kaynağı evren değil de insan demek bu. Bu, evrenin kumpası olmaması anlamına geliyor. O zaman her şey değiştirilebilir, yıkılabilir ve yerine yenisi konulabilir demek. Garip, çok garip…

7 Ağustos 2012

Bilişime Bakış


            Artık daha çok bilmiyor muyuz insanların ruh hallerini? Belki gerçek belki yalan, ama insanlar hiç durmadan paylaşmıyorlar mı ne olup bittiğini, ne hissettiklerini? Bilmem kim bilmem nerede. Ne güzel, ne acı günler geçirmiştik seninle. Yolda karşılaştık, sinirim bozuldu, tak iki cümle yazıvereyim, paylaşayım öfkemi, sana da “kapak olsun”, oh ne âlâ memleket – ki inceltme işaretleri kaldırılmış olsa da ala olmasını istemedim.- Paylaşmak iyi hoş tabii de insan yalnızca sözlerinin, adrese teslim olduğunu mu zannediyor acaba? Akrabalar, arkadaşlar, öğretmenler, yabancı olup da bir şekilde “arkadaş”ın olmuş olanlar, herkes öğreniyor ne olduğunu. Sen acı bir halde bir şiir yazıyorsun bin tane geyik dönüyor senin ruh halinden habersiz. Bir cümle yazıyorsun alınmaması gerekenler alınıyor.
            İnsan, ne yalnız, ne kimsesiz, ne boşlukta ve öfkeli artık. İnsanoğlunun vardığı noktayı okumak bu şartlarda çok zor değil. Göz göze bile bakamayan, konuştuğu dili yazamayan, hiçbir insan ilişkisinde başarılı olamayan kuşakların yetiştiğini göreceğiz giderek. Bizler görebiliyoruz ama bunun içine doğmuş olanların “görebilmek” gibi bir ihtimalleri yok. Gelecekte oldukça fazla stenografımız olacak, o kesin. Hızlı bilgi akışı içinde dökülen lafların altında ezilip kalma tehlikesi yaşamak düşecek bize tarihin sayfalarından. Kötü mü? Aslında pek de değil. Bilgisayarıyla evlenmeye ya da sevişmeye çalışanları gördüğümüzde anlayacağız aslında teknolojinin ne boyutlara varmış olduğunu. Karşılıklı iki çift laf konuşabilme süresi gün geçtikçe kısalıyor. İnsanlar artık birbiriyle yüz yüze konuşmaktan sıkılıyor. İnternetin kalkarsa daha iyi olacağını düşünen zihniyetin yanındaymışım gibi olduysa da yapılabilecek bir şey yok. Onlar bilgi edinilmesin, soru sorulmasın ki korkuyla, baskıyla aptallaşan insanları daha rahat yönetelim derdindeler. Benim söylediğim ise tam tersi. Yüz yüze “de” iletişelim ki birbirimizi tanıyalım, zevklerimizi renklerimizi bilelim ki tartışabilelim, uzlaşabilelim. Hepsinden öte konuşabilelim. Düşünmenin, sorgulamanın başka bir yolu var mı ki okumak ve konuşmaktan başka.
Paylaşmanın zevkini bilmeyen yeni kuşaklar için hayat çok daha zor ve yalnız olacak. Onlara üzülmemek elde değil. Bizim o günleri görüp “bizim zamanımızda” diyeceğimiz de aşikâr. Bizler göremeyiz belki ama –benim inancım var- elbet bizden sonra bir kuşak görecektir, bilginin amacıyla ve yerinde-yeterince kullanıldığını, zamana yetişebilmek için koşuşturmak yerine oturup sakince “düşünen” insanların olduğunu. Kimsenin korkmak, kendini yalnız hissetmek zorunda olmadığı, insanın duygularını bayağı bir şekilde ifşa etmek yerine herkesin onun hislerini paylaşabileceğini bildiği bir yerin var olacağına inancımızı yitirmemeliyiz. Tırtıllar kelebeğe dönüşür bir gün. Ve belki de umut onlardadır.

Yazmak Nedir


            “Yazmak nedir” diye beynimin içinde bir ses yankılanıp duruyor. Öyle ki ne okutuyor, ne yazdırıyor, ne uyutuyor? “Yazmak nedir?” Neden yazar ki bir insan? Klasik, söyleyecek bir şeylerinin olması bilmişliğinden bahsetmiyorum. Ne yazar insan ve neden ille de onu yazar? Beyninde bilinmezliğin kapısını açacak bir anahtar mıdır o, ışıkların ötesini gördüren bir an mıdır sadece?
            Ve parmaklar kayıp gider boş bir kağıt üzerinde. Sevdiğinin tenine dokunmak kadar narin, camları titreten rüzgarın sana dokunması kadar ürkütücü bazen..görmüyormuşsun da parmaklarınla okuyabiliyormuşsun gibi, bilmek için yapmak zorunda olma durumunun ta kendisi. “An”a düşmek, anda olmak, o harflerin arasında dolaşıp, sana ait ve senden başka kişiler bulmak, unutmak için yazıp, hatırlamak için okumak. Yazarak, geçmişini içinde bulunduğun “an”a toplarsın ve okudukça görürsün ki hiç kimsenin yürüdüğü yol bu kadar berrak değildir hafızalarında, bir zamanlar yazdıklarını şimdi okuduğun zamandaki kadar.
            Yazmak nedir? Bir itiraf mı? Tarihe, tarihine düştüğün bir not, bir anı parçası mı? Yazdıkların sensen, yazarken düşünüp, cümlelerini seçerken sen, boşluğa karışan cümleler kimin parçası? Neden o cümleler değil seçilen de bu cümleler seçilmiş olanlar? O zaman yalan mı tüm itiraflar, tarihinde gizli anılar?
            Koskocaman eksik bir parçasın. Yazdığın hiçbir yazı bitmemiş, hiçbir konuyu irdeleyememişsin, tamamlayamamışsın cümlelerinle. Bir kısmı hâlâ kafanda. O yüzden aynı konuları işleyip, hatta belki aynı sonuçlara başka cümlelerle varabilme durumu yazmak denilen şey…
Yine de tüm bunlar açıklamıyor yazmanın ne olduğunu. O boşluk kapanmıyor, sorular yeni soruları doğuruyor ve bir yumak içinde elin kolun bağlı, boş bir kağıt, elinde yumuşak dokunuşlarla kalakalıyorsun. Anlatma isteği yetersiz, kelime denen şey binlercesi arasından kağıda dökülenlerden yalnızca biri…Uyuyabilmek için, kendinden başka kimseyi kandıramazsın artık tüm bunları düşündükten sonra. Amaan, yazmak dediğin nedir ki?

2 Temmuz 93'

Bugün 2 Temmuz. Üzerine birşeyler yazılmalı, çizilmeli, söylenmeli, paylaşılmalı. Ama mesele bunun ne olduğuna karar vermekte. Niyetim aydınların, herşeyden önce insanların, bir otelde bilerek ve isteyerek yakıldığı 2 Temmuz 1993'ün nasıl yüz karası bir gün olduğunu anlatmak değil. Buna seyirci kalanların, bunu destekleyenlerin hatta “iyi ki olmuş” diyenlerin arasında geçen 19 yılın utancından da bahsetmeyeceğim. “Neden”leri, “nasıl”ları, “kim”leri zaten konuşuluyor...Sadece bir kare var hafızamda. 10 yaşında bir çocuğun hafızasına kazınmış bir yangın görüntüsü. Bir bina yanıyor ve çevresinde bir sürü insan var. Ne söylediklerini anladığımdan emin değilim, sadece şunu düşünüyorum: Umarım içeride kimse yoktur...O zaman daha bilmiyorum elbette, içeride insanların olduğunu hatta dışarıda “cehennem ateşi bu!” diye sevinç naraları atıldığını!
İlerleyen günlerin birinde bir başka fotoğraf karesi görüyorum. Gazetede mi yoksa televizyonda mı, hatırlamıyorum. Merdivenlerin dibinde işaret parmakları havada bağıran sakallı bir adamla, merdivenden korku içinde inen beyaz saçlı adam aynı karede. Bir çift gözde nefreti tanımlamak 10 yaşında. Ve dehşet...İçeride insanlar varsa neden kimse yardım etmiyordu o kalabalıktan?
Yıllar içinde pek çok defa karşılaştım 2 Temmuz'la. İş gereği, meraktan, söylenecek çok şey olup da bir türlü kelimelere dökülememesinin getirdiği sıkıntıdan...İçimde hep aynı dehşet hissi oluştu ne zaman hatırlasam. Neden bilmem, sanki içimde hep birşeyler yanıyormuş, küle dönüyormuş gibi geldi bugünde. İnsana olan inancını, güvenini kaybetmek gibi yakıcı bir his. İçten içe atılan bir çığlık gibi. Derin bir nefes alıp soluğunu bir türlü bırakmayı başaramamak gibi...Bugün bir kez daha anmak istiyorum 2 Temmuz 93'ü, sessizce...Aydınlık ateşle söndürülemez...