Her
gün siyah çerçeveli gözlükleri olan, 75-80 yaşlarında bir amcayla
rastlaşıyorum işime gelirken. Yanında bir sırdaşı yürüyor
onunla, kırmızı yünden kıyafet giydirilmiş, bej renkli köpeği.
Bazen bakkala giderken, bazen de bakkaldan elinde ekmekle dönerken
görüyorum onu. Yareni köpeğiyle yavaş yavaş yürüyor sokakta.
Köpeği nasıl onun dostuysa, köpeğin de bir dostu oluyor hep
yanında, onlarla beraber yürüyen sarı-beyaz bir kedi. Köpeğin
ayaklarına dolanıyor, aynı adımları atmaya çalışıyor,
oynamak istiyor onunla. Ama köpek pek pas vermiyor, yaşlı sahibine
yardım etmek kediyle oynamaktan daha değerli onun için. Hem çok
hareketli olursa yorup zarar verebilir sahibine. Bazen kediye
bakıyor, onun sevgisini görüyor, başıyla onu sevdiğini belli
eden bir hamle yapıyor. Kedinin sevinçten daha da dikeliyor kuyruğu
o zamanlar. Ama mesafesini de korumalı köpek. Bu sevgi hareketinden
yararlanıp daha da sırnaşırsa, bir başka kafa hamlesiyle yaşlı
adamın yolu üzerinden hafifçe ittiriyor kediyi. Kedi de hemen
kenara çekiliyor yaşlı adam geçsin diye. Onu hiç yormuyorlar.
Tek yaptıkları yan yana, birbirlerinin sevgisini bilip hissederek
ve eğlenerek yürümek. Yürüdükleri sokak hepi topu 150-200 metre
kadar ama her sabah onları göreceğim diye sevinçle giriyorum o
sokağa. Ve korkuyorum da bazen, ya bir gün onları göremezsem
diye. Ya köpeğin arkadaşı olmazsa yanında, ya başıboş bir
şekilde koşarken görürsem köpeği, ya yaşlı adamı kediye
sarılmış bulursam?
Bildiğimi,
gördüğümü, tanıdığımı sandığım pek çok şeyden daha
fazla tanıyor ve seviyorum onları. Çünkü gördüğümüz
yalnızca kendimiziz. Aynaya değil hayata bakmamız yeterli aslında.
Böylece fark etmek sonsuzluğun, sonsuzluğumuzun kendisi olur. Fark
etmek var etmektir çünkü. Hem kendini, hem benzerini, hem bizi.
Demek ki içimdeki de yalnızca özlemimi, bendekini yitirme
korkusu...