26 Mart 2018

TİYATRO CESARETTİR


Her sene “acaba bu sefer ne yazsam” diye düşünüp dururum 27 Mart’ta tiyatro üzerine. Ne yazılmalı tiyatroya ve hayata dair? Nasıl başlamalı yazmaya?
 Mesela, “Tiyatro savaşsız bir dünya hayal eder” diyerek başlasam...yok, öyle demek olmaz. “Tüm insanlığın yararına olan barıştır” desem...belki bu da doğru sayılmaz...O zaman “Tiyatro, gencecik ölümlerden korumak içindir” desem...Ülkemizin içinden geçtiği bu hassas dönemde yanlış anlaşılabilir tabii. Sanki ülkemiz hep hassas dönemden geçmiyormuş gibi. Bunun üzerine bir şey söylememek daha doğru...O zaman tiyatro ve özgür..lük..desem...Ya da demesem daha bile iyi olur...Şansımı adaletten yana kullansam? KHK desem…Yok, yanlış anladınız, kanun hükmünde kararnamenin konumuzla ne ilgisi var, kadının haklarının koruması benim demek istediğim. Bu, pekala tiyatronun konusu olabilir. Hani her gün kadınlar öldürülüyor ya…Ama bir şey dememek lazım tabii, infial yaratmasın. Çocuk desem...Ya istismardan bahsediyorum sanılırsa. Hele bir de cemaatler vakıflar işin içine girerse. Aman aman, kim bilir ne yana gider, ucunu bucağını kaçırmamak lazım. En iyisi bunlara hiç girmemek…O zaman direkt tiyatro üzerine yazayım. “Sadece Diktatör”...yok, olmaz...Oynanmasa da okunabilir ama öyle değil mi?...Değil mi?...O halde...ne diyorum ben! Yani öyleyse demek istedim, yanlış anlaşılmasın, OHAL’de değil!...Anlaşılan yazmanın imkanı yok.
 O zaman sokaklara çıkıp...sokaklara...şey için...tiyatro izlemek için tabii ki. Evet, tiyatro izlemek için sokakta olmak. Tiyatrocunun sokakta tüm insanlarla paylaşabilmesi sanatı ve oyuncuların söyleyebilmesi fikrini, yaka paça götürülmüyorlarsa eğer…Bu da olmadı. Sokaktaki herhangi bir şeyi anlatmak için uygun bir zaman değil…O zaman tiyatro izlemek için sokağa çıkmak nasıl olur?..Evet, sokağa çıkarsınız, tiyatroya gidersiniz ve eğer gittiğiniz oyun henüz yasaklanmamışsa…Bu da olmadı…En iyisi sokağa şey için çıkmak...eve geri dönmek için. Evet evet. Eve geri dönüp “seçtiğiniz” herhangi bir yarışmayı ya da dönem dizisini ya da vurdulu kırdılı herhangi bir diziyi izlemek için. Haber programı da olabilir. Üstelik kanal kanal gezmeye de gerek yok. E çünkü yok! Evet, haber izleyin. Her şeyin ne kadar da muhteşem gittiğini öğrenin ve huzurlu bir uykuya kavuşun...Neler diyorum ben burada? Konuşmak için uygun bir yer değil burası...Belki arkadaşlar arasında konuşuruz? Öyle ya arkadaş. Ama ya biri duyarsa? Sonra da kendimizi birden bire...
 Belki de artık sadece bakışmalıyız. Herhalde kimse neden öyle bakıyorsun, aklından neler geçiyor deyip size işaret parmağını uzatamaz. Hep beraber bir tiyatro salonunda toplanırız, oyuncular birbirine bakar, sonra izleyicilere bakar, sonra da selam verir. Aman sakın ha alkışlamayın, yanlış anlaşılmaya sebep olabilir. Neyi alkışladığınız sorulursa ne yanıt verirsiniz?...
 Aslında ne yazacağımı, ne söyleyeceğimi biliyorum bu 27 Mart’ta. Gün be gün soluk almak zorlaşıyor olsa da, merak etmeyin demeli tiyatro bugün. Çünkü tiyatro cesarettir. Sahneye çıkabilme, söyleyebilme, sözlerinin arkasında durabilme cesareti. Biz tiyatrocular gücümüz yettiğince yazmaya, konuşmaya, oynamaya, söylemeye devam edeceğiz, cesaretle. Çünkü tiyatro yaşama dairdir, doğruya, iyiye, gerçeğe, güzele, geleceğe, umuda dair. Ve bu 27 Mart'ta böyle düşünerek buluşacağız sizlerle, cesurca. Ya siz ne yapacaksınız?
 Hepimizin 27 Mart Dünya Tiyatro Günü Kutlu Olsun.

                                                                                                               


27 Mart 2016

Yaşam...Tiyatro

Tiyatronun konusu, en temelde yaşamdır. Yaşamayı, nasıl yaşandığını, yaşamanın ne olduğunu, daha iyi nasıl yaşanabileceğini, yaşananların nasıl düzeltilebileceğini ve yaşama dair daha pek çok şeyi anlatır, araştırır, üzerine düşündürür, güldürürken sağaltır. Yani tiyatro yaşama dair ve yaşamsal bir şeydir.

Şimdilerde ise ölüm var. Her yerde. Sokaklarda, evlerde, parklarda, şehirlerin göbeğinde, bodrum katlarında. Ve dahi okullarda, vakıflarda. Yaşama dair elimizde ne varsa teker teker alıyorlar bizden, umutlarımızı, sevdiklerimizi, vücut bütünlüğümüzü, güvende olma ihtiyacımızı.

Umut etmek isterdim ama bu kadar çok şey elimizden yitip giderken, elimiz yüzümüz bu kadar pisliğe, kalbimiz bu kadar kana bulanmışken, soruyorum kendime nerede hata yaptık diye. Tiyatroyla anlatamıyor muyuz daha güzel bir hayatı, yaşamın tazeliğini? Biz çok mu uzağız sesimizi duyurmak için yoksa kalpleri bu kadar kurumuş mu ki bu insanların yaşama dair her sözün yerine artık para, çıkar, ölüm kelimesini kullanıyorlar? Kimin çıkarına olduğunu artık kestiremediğim insanlar için, yaklaşımlar, sistemler için her gün ölüyoruz, öldürülüyoruz.

Artık yeter! İnsanın en temel hakkı yaşama hakkıdır! Bizler burada, sahnelerde, bin yıllardır bunu savunuyoruz. Savunmaya da devam edeceğiz. Hem de bir şeyci olmak zorunda kalmadan. Çünkü sanat, tiyatro, insanın yanındadır, yaşamın yanında.
İşte bu 27 Mart'ta, sizleri yaşamın yanında yer almaya çağırıyoruz. Her ne kadar bizden almaya çalışsalar da, insan olmanın, “biz” olmanın, yaşamın yanına. İnadına ve inatla.

27 Mart Dünya Tiyatrolar Günümüz kutlu olsun.


                                                                                                  

24 Mart 2016

Bir Şeyci Olmak

Hiçbir şeyci olmadan, yalnız insan olarak yaşamanın bir çaresi yok mu? Söylediğin, düşündüğün her şey, bir şekilde, birilerinin görüşüyle örtüşüyor ya da çatışıyor. O zaman oncu ya da buncu oluyorsun. Halbuki savunduğun tek şey insan olmanın gereği. İnsan yaşamsal ihtiyaçlarını karşılamak isteyen bir canlı. Fiziki koşullarının buna el vermesini istiyor. Vücut bütünlüğünü sağlayabilmek -öldürülmeden ya da tecavüze uğramadan yaşayabilmek gibi-, güvende olmak -öldürülmeden ya da tecavüze uğramadan yaşayabilmek gibi- temel amacı. Bunun yanında sevmek istiyor, sevilmek, umut etmek, güvenebilmek. Üretmek istiyor bilerek ya da bilmeyerek, bazen bir düşünce bazen de bir çocuk. 

İşte tüm bunların yanında olmak, birilerinin karşısında olmak anlamına gelebiliyor bazen. Nasıl oluyor bilmiyorum ama bir sabah uyandığında kendini bir şeyci olarak bulabiliyorsun. Oysa tek savunduğun insanın insanca yaşama hakkı. 

Ben taraflıyım. Ben bir şeyciyim, evet. İnsancıyım ben, insanın tarafındayım. Tecavüzün karşısında olmak ille bir şeyci olmak demekse, evet ben insanın yanındayım. İnsanlar ölmesin artık demek birinin yanında olmak demekse, evet ben onun yanındayım, insan olmanın. Ve siz sesini çıkarmayan herkes, bir şeyci olacaksanız illa, insanın yanında olun, insanlığın, insan olmanın. Bırakın her şeyi bir kenara. Başkalarının size ne dediğini bir seferlik olsun duymayın. Sadece vicdanınızı dinleyin, içinizde konuşan bir ses var, onu. Çok zor, biliyorum. Bir seferlik olsun öğrendiğiniz şeyleri, size söylenen şeyleri bir kenara bırakın ve karşınızdakinin yerine koyun kendinizi. Hiçbir şeyci olmanıza gerek yok. Öyleymiş gibi kalıplasalar da sizi inanmayın. Siz yalnızca insanın yanında olun. İnsan olmanın, insancıl olmanın, yaşamanın. İnsan olmak bir görüş değildir, insan olmak yaşamaktır. Yaşamın yanında olun, ölmenin ya da öldürmenin değil.

Hiçbir şeyci olmadan, yalnız insan olarak yaşamanın bir çaresi yok mu? Belki de birlik olursak vardır.

19 Şubat 2016

Öldürmeyin Artık "Biz"i

 Yazmamak, bir şey dememek için tutuyorum kendimi kaç zamandır. İnternet kahramanlığına gerek yok çünkü. Basit bir kendini sağaltım, sen ben bizim oğlanın beğenmeleri, paylaşmaları ve ben üzüntümü dile getirdim çabası gibi geliyor bana. Ama tutamıyorum kendimi. Sormadan duramıyorum. Ağıdın dili var da acının dili, dini var mı? Binbir zahmetle büyüttüğün evladın bir yerde, bir şekilde, doğal olmayan yollarla ölüyor. Geriye elinde bir taziye, bir kınama ve sayıya dönüşmüş gencecik bir beden kalıyor. Şanslıysan bir beden tabii. Belki de o bile geçmiyor eline.

İnsan, ne zaman insan olacak? Her sokaktan bir cenaze kaldırmadan bitmeyecek mi bu zorbalık? Gün yeniden doğabilecek mi o anaya? Hayalleri ne oldu o insanın? Ne zaman öğreneceğiz “biz”i? Her “can”, bizim bir hücremiz. Hücrelerimiz ölüyor her gün. Sırf birileri kendilerini “diğerleri”nden daha üstün, farklı, değerli görüyor diye. Öteki diye bir şey yok. Diğerleri diye bir şey yok. Sadece “biz” varız. Ama evladını kaybetmiş o ana, anlayabilir mi artık “biz”i.

İnsan olmaktan başka çözüm yok. Sevmekten başka çözüm yok. “Ben”i değil, “biz”i sevmek. Bizi birbirimize bağlayan her şeyi. Aradığımız Tanrı da zaten onun kendisi. Bunu reddettikçe, “biz”le aramıza diller, dinler, ırklar, kelimeler girmeye devam edecek. Ve umarsızca “benim” olan Tanrıyı aramaya devam edeceğiz. “Bizim Tanrımız” dediğimiz ise bir ırkın, bir yaklaşımın Tanrısı olmaktan öteye geçemeyecek.

“Biz” biriz! “Biz” biriz! Ağıdın dili ayrı ama acının dili bir! “Biz” biriz! “Biz” biriz! Öldürmeyin artık “biz”i! 
                                                                                                       

                                                                                                                    

20 Şubat 2015

BOKA BASMAK




Ben şimdiye kadar hiç bir kadının boka bastığını görmedim. Gerçek anlamda boktan bahsediyorum. Hani şu sokakta sokak köpeklerinin ya da sahipli ama bok konusunda sahipsiz köpeklerin bıraktığından. Bir gün, sokakta yürüyen bir kadının elinde sigara gördüğüm gün, hafif bir garipsemenin ardından garipsemem tuhaf gelmeye başladı. Neden? Bir kadın hem yürüyüp hem de sigara içemez mi? İşte o an kavradım birden neden sokaktaki boklara basmadığımı. Ya da hep geçtiğim yollarda hangi taşların sallandığını, yamuk olduğunu, hangi kaldırımın renkli hangi kaldırımın düz renk olduğunu bilmemin nedenini. 

Başını yerden kaldırmadan yürüyen kadınların ülkesinde kadınlar boka basmazlar. Çünkü bilirler ki başları dik yürüseler birileriyle göz göze gelip laf yiyebilirler. Sadece göz göze geldikleri için, üzerlerinde hangi kıyafetin olduğunun bir önemi yok. Bizim ülkemizde erkekler göz göze gelmekten dahi tahrik olabilirler, bunu bir davet, çağrı olarak algılayabilirler. (Tevekkeli ondan, tiyatro öğrencilerimin yaşları kaç olursa olsun karşı cinsle göz göze gelmekten kaçınmaları, bunu istediğimde zorlanmaları.) Bu bir sobaya değme meselesi gibi. Elini sobaya bir kere değdirdin mi bir daha değdirmezsin. Biri sana bir yerlerini değdirmesin diye de başın önde yürüyüp gidersin. 

Bazen, kendimi cesur hissettiğim günlerde, başım dik yürümeye çalışırım sokakta. -Karşıya bakarak yürümekte hep zorlanmışımdır oysa.- İşte o zaman, dünyanın ne kadar büyük, derin, geçtiğim sokaklardaki ağaçların ne kadar yüksek ve yeşil, ileri bakmanın aslında ne kadar da güven verici hissettirdiğini görüp şaşırırım. Tabii ki karşımdan birileri gelene kadar. Birileri benim bu güvenli halimi görüp yüzüne çirkin bir sırıtış oturtabilir, yanlışlıkla göz göze gelebilirim ve laf yiyebilirim ya da taciz edilebilirim. Boynunu kır ve öyle yürü!...Çok insan söylemiştir bana, beni görmeden yanımdan geçip gittin diye, kadın erkek fark etmez. Sokakta yürürken sadece araçlara -ama kesinlikle içindekilere değil- dikkat ederek yürümek zorunda olunan bir ülkede yaşıyorum ben. Kibarlık yapıp bana yol veren araçlardaki insanlara buradan toplu bir teşekkür göndersem hepsine iletilir mi ki bu? Zira o an teşekkür etmek için bile göz göze gelmek tehlike oluşturabiliyor bazen de...

Ben yürürken hiç boka basmadım. Yürürken boka basan bir kadın da görmedim. Eğer siz hayatınızda bir kez bile olsa boka basmış bir kadınsanız, bunun kıymetini bilin. Siz her türlü tacize rağmen başı hala dik yürümeyi becerebilen ender ve değerli bir kadınsınız.

14 Mayıs 2014

Ateş Böcekleri...

Uzaktan baksan ateş böcekleri gibi. Gecenin karanlığında hareket ediyorlar. Gittikçe yaklaşıyorsun karanlığın daha da içine, meğer baretlerinde fenerlerle karanlığın dibine inen madencilermiş. Daha da yaklaşıyorsun, hani birinin gözlerini görebileyim diye, göremiyorsun, öylesine kararmış, kendi ten renkleri bile kalmamış. Kendi renklerinin tamamını kaplamış olan siyah sadece görünürde değil, ciğerlerinde de. Siyah soluyor madenciler, siyaha boyanıyor yaşı kaç olursa olsun. Sadece onlar değil, anaları babaları, çocukları, eşleri hepsi kapkara. Onlarınki görünür değil. Her gün, her vardiyada ya da, bir daha görüp göremeyeceklerini bilmedikleri birini, sevdiğini, hayatını uğurluyorlar mezardan derin, mezardan kara o çukura. İçleri kara, umutları kara, yarınları kara. Başkalarına ateş, aydınlık, sıcaklık verecek bir şey için boyamak değil mi bu kendini karanlığa! Kendileri kullanmak için kazmıyorlar, kendileri satmıyor, kendileri para kazanmıyorlar. Birilerine bedavaya verilebilsin diye giyiniyorlar bu tek renkli üniformayı hayatlarına! Evet, onlar ateş böcekleri, birileri kazansın diye, başkalarının ocaklarında ateş yanabilsin diye hiçe sayılıp ezilebilecekleri düşünülen böcekler! Onlar istatistik, onlar sayı...Hayır işte, değiller! İnsan onlar! Bir olduğumuz insanlar, hepimizin hücrelerinin bir parçası! Ne zaman anlayacağız, ne zaman fark edebileceğiz herkes gibi çıplak ve aslında eşit doğduğumuzu ve eşit öleceğimizi. Bunun gayrısı yalan, hikaye, olduğunu sandığımız kurmaca! Yaşamdan daha değerli ne var ki başka?
Yüzlerce ateş böceği öldü bugün. Bir insanın canı yandığında hepimizin canı yanıyor aslında çünkü bağlıyız birbirimize, hem de çok derin bağlarla. Eğer bir insan böylesi bir cinayetten etkilenmiyor, ekonomik altyapısını fark edip de “kader” deyip geçebiliyorsa, işte o insan mutasyona uğramıştır çoktan, hayatla bağı kopmuştur, vücudu insanlarla aynı hücrelerden oluşmuş değildir, değişmiştir işte.
Yüzlerce ateş böceği öldü bugün. Aslında hep yaptıkları gibi. Artık evlerinde, çıkardıkları kömürden daha beter, daha harlı, daha acımasız bir ateş yanıyor şimdi. Ve hepimiz sorumluyuz bundan, dünyanın herhangi bir yerinde ezen-ezilen ilişkisi yüzünden gerçekleşmiş herhangi bir olaydan ne kadar sorumluysak öyle sorumluyuz. Hiç boşuna suçlu yaratıp, işaret parmaklarımızı “suçlu”lara doğrultup temize çıkarmaya çalışmayalım kendimizi. Haksızlıklara susuyoruz, görmezden geliyoruz, hatta kendi çıkarımız için insanlığımızı satıyoruz. Yaşanan tüm güzelliklerin de felaketlerin de nedeni biziz! Eşit ve adil bir hayatın mümkün olduğu genetik kayıtlarımızda yüklü bile olsa, yaşadığımız kısacık şu zamanda, evrenin içinde kum tanesi bile olamayacak kadar küçücük bir dünyayı paylaşamıyoruz ya, yuh olsun bize!
Yüzlerce ateş böceği öldü bugün. Bugün, kim bilir kaç madende kim bilir kaç madenci siyaha büründü yine, tüm bunları bile bile. Durduralım artık insanın insana yaptığı zulümü! Adil, eşit ve özgür bir dünya mümkün!

24 Mart 2014

SEYİRCİ KALMAK YA DA KALMAMAK İŞTE BÜTÜN MESELE BU!

Türkiye, sanat adına çok zor zamanlardan geçiyor. Yalnızca tiyatro değil, opera, bale, müzik,
sinema, heykel, resim, bütün sanat dalları önce bağımsızlıklarını yitirme, sonra da mevcudiyetlerini
kaybetme riskiyle karşı karşıya. Devlete bağlı ya da özel pek çok kuruma yapılan gibi sanatın da tek elden idare edilmesi, tek ve aynı cümleyi tekrar edip durması isteniyor. Sözünü direkt olarak, insanla ve insanın yüzüne yüzüne söyleyen tiyatro, bu yüzden hedef tahtasının ortalarında alıyor yerini. 

Çıkacak tek bir çatlak ses muhteşem (!) giden bu yapıya dinamit koymak demek. Elbette buna izin verilemez! Çünkü tiyatro eleştirir. Daha iyinin, daha eşit ve adil olan bir dünyanın mümkün olabileceğini haykırır. Bunun olabilmesi demek, içinde yaşadığımız ve gerçeklik olarak sunulan şeyin, aslında insan için ne kadar da yanlış bir dünya olduğunun fark edilmesi, anlaşılması demek! İşte o zaman da soru sormaya başlar insan mazallah: Nasıl yani? Ayakkabı kutularından milyon dolarların çıkmadığı, iletişim kurma özgürlüğünün baltalanmadığı, adaletin hiçbir baskı altında kalmadan, gerçekten adilce karar verebildiği bir hayat mümkün mü? Herkesin sağlıklı bir şekilde ekmek almaya gidip gelebildiği, insanın ifade özgürlüğünü kullandığı için saldırıya uğramadığı, paranın her şeyi satın alamadığı bir yaşam var mı gerçekten? Rant için nefes almanın, çıkar için onurun, cesaretin, dürüstlüğün satılmadığı bir hayat olabilir mi? 

Olabilir. Tiyatroyla, sanatla olabilir. Çünkü tiyatro yanlışlıkları insanların yüzüne çarpar, üstü örtülmek istenen şeyleri gün yüzüne çıkarır, zalimi gülünç hale düşürüp kendini görebilmesi için uğraşır. Ölçüyü aşanları trajik durumlara düşürür, "paranın yenmeyecek bir şey olduğunu" ya da kefenin cebinin olmadığını hatırlatırcasına. Coşkulandırır, soru sordurur, empati kurdurur. İşte bu yüzden, daha insanca bir yaşamın, birileri para kazansın diye savaşların çıkarılmadığı bir dünyanın gelebileceğine dair umutları yeşertir sanat, tiyatro. Bugünü kurtarmanın peşinde değildir, sonsuzluğu hedefler. O nedenle tiyatrolar binlerce yıl önce yazılmış metinleri hâlâ oynayabilir. Hep geleceğe dönüktür tiyatro. Gelecek nesiller, betonlarla değil ağaçlarla nefes alabileceğini bilsin, hayatın çoktan seçmeli seçeneklerle değil hayal gücüyle var olabileceğini fark etsin, yaşantısının temeline sevgiyi, insan olmayı, bir bütün olmanın mutluluğunu koyabilsin diye uğraşır, didinir. 

İşte tam da bu yüzden mümkünse susturulması, 'henüz' mümkün değilse baskı altına alınması gerekmektedir. Ancak o kadar eğlenceli ve dikkat çekicidir ki, bu onu güçlü kılar ve bastırılmasını zorlaştırır. Madem öyle, neden mevcut yaşamın en iyisi olduğunu söyleyerek insanları ikna etmek için kullanılmaya çalışılmasın tiyatro? Bari bir işe yarasın! 

Böyle düşünenler için üzücü haber şudur ki, tiyatro, sanat muhaliftir. Zaten aksinin yapılması sanatı sanat olmaktan çıkarır. Ama siz yine de baskıyla istediklerinizi söyletmeye çalışırsanız sanata, sizin istediğiniz cümleyi söylüyormuş gibi yaparken aslında tersini söylüyor olduğunu hissettiriverir. Tek tipleştirmeye çalıştığınız insanları sahnede bir arada gösterdiği an, bunun nasıl insanlık dışı bir şey olduğunu fark ettiriverir. Mizah da muhalif olduğuna göre insanları yalnızca acı, keder, gözyaşı, ciddiyet içinde tutmaya çalışır ama insan tek bir duygu durumuyla sürdüremez ömrünü. Sanatı kendine yontmaya çalışanlar eninde sonunda yenilir, yenilecektir. Çünkü insan güçlüdür, çünkü insan doğayla vardır, çünkü insan adaletsizliği, ahlaksızlığı, yanlışlığı, cahil bırakıldığı için görmese de hisseder. Bu hissettiği şeyi kabul ettiği an da bu haksızlığın bir parçası olmayı, buna göz yummayı kendine yediremez. Bu doğanın, insanın öz yasası. Elde edilen çoğunluk sayesinde işe geldiği gibi çıkartılan yasalara benzemez bu yasa... 

Velhasılıkelam, bu iş zor! Bir yerden kıstırırsın sanatı, o sözünü söyleyecek başka bir delik bulur. Sahnesini kapatırsın, ekonomik krize sokmaya çalışırsın, ağaçlarını kesip sanayi sitesi yapmaya kalkarsın, o sokağa çıkar, bir şekilde insanlara ulaşır. Yalnızca konuşmaz da, gösterir, dahil eder, öyle ya da böyle bir şekilde sözünü söyler. 

Bugün, 27 Mart'ta tiyatro salonlarını dolduran bütün seyirciler bilmelidir ki daha adil, daha eşit, daha insanca bir hayat herkes için mümkündür. Ve sizler, tiyatro, opera, bale, senfoni, sinema salonlarını doldurdukça, sokakta rast geldiğiniz bir oyunu izledikçe, tahrip edilen bir heykele ya da resime sahip çıktıkça sanat varlığını sürdürmeye devam edecek. Hayata seyirci kalmadığımız, 'sanatın' izleyicisi olduğumuz nice 27 Mart'larda görüşmek ümidiyle... 

27 Mart Dünya Tiyatrolar Günümüz Kutlu Olsun...