Bir
başka 27 Mart daha geldi çattı. Her sene daha da çok şey
söylenmesi gerekiyor sanki, daha çok ses çıkarmak, daha kararlı
olmak, daha fazla dile getirmek yanlışları. Bunlara kapılıp
giderken de unutuveriyoruz aşkı. Tiyatronun nasıl bir tutku
olduğunu, hayatlarda nasıl da güzel ve yepyeni, aydınlık
pencereler açtığını. Sahnedeyken sen, yalnızca sen olmaktan
çıkmıyorsun, o “öteki sen”in ölmemesi için, ekipçe, var
gücünüzle yaşar kılmaya çalışıyorsunuz senden çıkan bir
başkasını. Tıpkı yaşamda olduğu gibi, varlığının
başkalarının varlığına bağlı olduğunu biliyorsun böylece,
ışığa, kostüme, makyaja, dekora, müziğe. Tüm bunları
yaparken de başka bir insanı yaşatmak olmuyor bu, o olmak ve her
gün kendini onda yeniden bulup tazelenmek anlamına geliyor. İşte
bu deliliği gerçekleştirebilmenin tek yolu da aşk, tutku. Yoksa
onca kişinin karşısına çıkıp, olmadığını sandığın biri
gibi davranmak, onun nefes almasına uğraşmak, ölesiye bir
korkuyla tüm zaman anlayışlarından kopmak bu kadar zevkli
olabilir miydi? Her anını tiyatroya dair bir bilinçle yaşamanın
getirdiği yükü kaldıramazsın ki, içinde böylesi bir tutkuyu
barındırmıyorsan. O yüzden tiyatro bir yaşam biçimi değildir,
yaşamın ta kendisi, yaşama duyulan bağlılıktır.
Ama
ne çare ki yine bir 27 Mart'ta tüm bunlardan bahsedemiyoruz.
Tiyatronun nasıl bir aşk olduğundan daha ciddi sorunlarımız var
yine. Tiyatronun nasıl ayakta durabileceğinden konuşuluyor, ardı
ardına kapanan sahnelerden, baskılardan, tiyatronun muhalif
niteliğini kaybetmesi için gün geçtikçe içinin boşaltılmaya
çalışılmasından, aleni ya da gizli yasaklamalardan vs. vs.
Bunlar konuşulurken şunu atlıyoruz nedense. Tiyatro, tarihin çok
az bir döneminde baskıdan uzak kalmıştır da, bir oh deyip
keyifle buluşabilmiştir izleyicisiyle. Doğaldır çünkü başka
hangi sanat dalı söylemek istediğini açık açık söylerken aynı
anda da dokunabilir insanlara, bakar gözlerinin taa içine?
Sahnedeyken sanatçının kalbiyle seyircinin kalbi aynı ritimde
atar, aynı anda tutulur nefesler. Sahnede bir kişi atıyorsa da
çığlığı, aslında yüzlerce kişidir aynı haykırışla
bağıran. Bu yüzden de korkulur tiyatrodan. Sadece düşünce
sunmakla kalmaz, heyecan, inanç, umut sunar insana ve bunu öyle bir
yapar ki, belleklerde kalır bıraktığı o his. Seyirci o tadı
aldı mı, o özgürlüğü, hayalleri yaşadı mı da dinlemez olur
onu uyutanları, cahil bırakmak için uğraşanları. Böylesi bir
güç, düşünmeyi, özgürlüğü, kahkahayı, kadını ve erkeği
yani aslında insanı susturmak isteyenleri elbette korkutacaktır.
Onların
anlayamayacakları bir şey var: Tiyatro aşktır. Ne kadar
denerlerse denesinler alamazlar insanların elinden oynamayı, çocuk
kalmayı, kendini başkalarına göre tanımlarken başkalarında
kendini bulmayı. Çünkü bunlar var oluşumuzun kendisidir. Ve bu
yüzden, tiyatro var oluşumuzu kutladığı, bunu değerli kıldığı,
“ben”i “biz” yaptığı için sürdürecektir yaşamını.
İnsanın kendisidir tiyatro ve insan aşka borçludur varlığını.
Bu yüzden de istedikleri kadar denesinler sınırlandırmayı,
engellemeyi, yok etmeyi. Başaramazlar. Çünkü tiyatroyu
yasaklamaya çalışmak, yaşamayı yasaklamaya çalışmaktır. İşte
yine bir 27 Mart'ta, tiyatro sahnelerine çıkan, onları izleyen,
kalbinden tiyatro aşkını geçiren herkes, bu yaşama hakkına
sahip çıkanlardır. Dünya tarihi kurulan düzenlerin yıkılışına,
bitmez sanılan baskı dönemlerinin, karanlıkların bitişine
şahitlik etmiştir. Ama tiyatro binyıllardır aynı güçle,
insanın yaşamı sevme gücüyle, aşkla ayakta kalmıştır. Ve
aynı güç onu sonsuza dek var kılacaktır.
Hepimizin
27 Mart Dünya Tiyatrolar Günü Kutlu Olsun.